Zanka

Lev Nikolayeviç Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı eseri bir cenaze evinin tasviri ile başlıyor.

Eve gelen insanların genel tutumlarını, sohbetlerini okurken galiba bir insan öldüğünde onun sosyal çevresinin tepkisi, sarf edilen sözler hemen hemen aynı. Mutlak nihayetin ardından farklı kültürlerin farklı törenleri olsa da insanların ölüme karşı hisleri evrensel, diye düşünüyorum.

Kitap ilerledikçe kalan az sayıdaki sayfa aklıma geliyor, keşke bu hikâye daha kalın bir roman olsaymış, İvan İlyiç’in sıradan yaşamını, sıradan ailesini daha yakından ve en ince ayrıntısına varana dek bilseymişiz diyorum.

Sıradan şeyler uzun uzadıya anlatılırsa doğası gereği sıkıcı gelir diyebilirsiniz. Oysa aslolan sıradanlıktır, dizilerde, filmlerde; bilimkurgu, polisiye, distopik romanlarda resmedilen, beynimize çivi gibi çakılan acayiplikler, aşırılıklar, mübalağalar, olağanüstülükler değildir. Gerçeğin ta kendisi yaşam ve ölüm bir dehanın gözünden kaleme alınırsa okuru sarsacak duygular yaşatıyor.

Tolstoy İvan İlyiç’in ölüm yolculuğunu bölümlerine ayırarak inceliyor. Kahramanın tüm isyanını, yaşamı ve ölümü sorgularken girdiği her çıkmazı okurken, ben de onun gibi tüm bunları ve daha çok da ölümü bir kez daha masaya yatırıyor ve bir kez daha mantıklı bir sonuca ulaşamıyorum.

Yaşarken gördüğümüz her rengin, kokladığımız her güzel kokunun, yediğimiz her güzel yemeğin, hayattan aldığımız her hazzın bedeli ölüm olmalı, tıpkı bir alışveriş gibi yaşamı alıp zamanı gelince karşılığında ölümü tadıyoruz, diye düşünüyorum.

İvan İlyiç günden güne ölüme yaklaşırken hayatını sorguluyor. En çok da hatalarını, doğru, kabul edilebilir, gurur duyulabilir bir yaşamı olup olmadığını irdeliyor. Vücudu yavaş yavaş hareketsiz bir kütleye dönüşürken aklı sürekli işliyor. Sürdüğü yaşamda en çok sorumluluk duymadığı, oyun, merak ve hayatı keşfetmekle geçen çocukluk yıllarını değerli buluyor. Yetişkinlik çağını çalışmak, para kazanmak, daha çok para kazanmak, her gün işe gitmek ve her gün aynı tekrarı yaşadığı bir cehennem gibi görüyor. 

Bana göre insan yaşamını ve kendini dürüst bir şekilde sorgulama işini ancak hayatını ölüme teslim etmek üzere olduğu zaman yapabilir. Çünkü faniden alınan nefes tükenmek üzeredir. Kişi kendini kandırsa, en güzel yalanları en gerçekçi şekilde söyleyip mutlu olsa eline ne geçecek. Son, bir nefes kadar yakında. Sonra güzel bir çocukluk geçirmeyenler yaşamlarını ölüme teslim ederken ölümden alacaklılar, bu adil bir alışveriş olmuyor.

İvan İlyiç yasın beş evresini; inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenmeyi kendi ölümünü beklerken yaşıyor. Tabiri caizse henüz dünyasını değiştirmeden kendi yasını tutuyor. Ölümü inkâr ediyor, öleceği için öfkeleniyor, niçin ben diyor. Ölümden kaçış için yollar arıyor, biraz iyi hissedince belki de iyileşeceğim diyor. Ölümü kabullenme yolunda depresyona giriyor, kimi zaman öfke nöbetleri geçiriyor, kimi zaman içine kapanıyor. Kabullendiğinde ise sükûnet ve teslimiyetle kollarını açıp onu bekliyor.

Bu yolculukta karısı ve çocuklarıyla ilişkisi de aslında oldukça sıradan ve günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor, modern topluma ayna tutuyor. Kitabı sadece okumanızı değil, uzun uzun düşünmenizi dilerim.



Bu içeriğe emoji ile tepki ver
22