Zanka

Kararımı verdim. Eve varınca iki rekât istihare namazı kılıp dua edeceğim. Kimseyle konuşmadan, kıbleye doğru dönüp sağ tarafıma yatarak: ‘’Allah’ım bu iş bana hem dünyada hem de ahirette hayırlı ise mübarek eyle’’ deyip sadece Ferişte’yi düşünerek uykuya dalacağım.

Yarı uykulu ‘’Tövbe estağfurullah’’ diye sayıklayarak uyandım. Gördüklerimi unutmamak için kalkar kalkmaz başucuma hazırladığım kâğıda yazdım. Zihnimde belirmesiyle kaybolması bir oluyor. İlk gün rüyamda hem mübarek hoca efendi hazretlerini hem de Ferişte’yi oldukça tuhaf bir vaziyette gördüm. Rüya mı kâbus mu bilemedim. Moralim bozuk evden çıktım. Okula gitmek için otobüse binmedim. Hayır, çay ile simit alabilmek için değil, yürürken uzun uzun düşünebilmek için. Malum çayla simit bir araya geldiği zaman, Ferişte’nin yarı çıplak silueti gözümüm önünden gitmiyor. Çay katran, simit zehir ile zıkkım olup boğazıma diziliyor. Kadın kısmısını anlamak ne zor. Açık saçık giyindikleri vakit erkek milletinin aklından neler geçtiğini bilmiyor mu bu eksik etekler? Güzel göründüklerini, çevreleri tarafından beğenildiklerini mi sanıyorlar? Boşa demiyorlar saçı uzun aklı kısa diye. Açıp gezdikleri her uzuv için erkek milleti pek memnun kalıyor... Hepsi bu, daha ötesi yok. Ah! Ferişte, sana değen her göz içimi yakıyor, nasıl kıvranıp duruyorum bir bilsen.

Rüyamda, ‘’Ferişte çırılçıplak bir halde karanlık dar sokak aralarında bir belirip bir kayboluyordu. Nefes nefese peşinden koşuyordum. Niyetim onu yakalayıp üzerine bir şeyler giydirmekti. Tam yetişip kolundan tuttuğum an, aniden yok oluyor sonra karanlık, sisli bir köşe başında yeniden beliriyordu. Belki sabaha kadar kovaladım badem gözlümü. Onu en son yakaladığımda arkası dönüktü. Uzun siyah saçları kuyruk sokumuna kadar iniyordu. Kolundan tutup kendime doğru çevirince sureti birden bire değişmişti. Çıplak kadın vücudu aynıydı fakat yüzü, hoca efendi hazretlerinin yüzü oluvermişti. Mahzun bakan gözleri, kırlaşmış bıyığı…’’

Bu rüyanın manası nedir, hayır mı şer mi? Evdekiler istihareye yattığımı fark ettiler ama tutup da rüyamı onlara anlatacak değildim. ‘’ Bizden olmayan, ne idüğü belirsiz, kıçı başı açık bir kız için istihareye yatmış utanmaz’’ der, alimallah evden bile atmaya kalkarlar beni. Bu sosyete okulundan yatay geçiş yapıp uygun bir üniversiteye yerleştikten sonra, okul bitince gireceğim işi, yaşayacağım şehri, karım olacak kızı bile tayin edecekler benim için.

Okula gidene kadar ucu açılmak üzere olan pabucuma bakarak düşünüp durdum. Gördüğüm düşlere bir anlam veremedim. Altı günüm daha var, mutlaka rüyamda hayır manasına gelen beyaz ya da yeşil; şer manasına gelen siyah ya da kırmızıyı görürüm diye ümitlenmiştim.

Yedinci gün okul yolunda, boş mideyle, ucu açılmış pabuçlarıma bakarak hâlâ çıplak kadın vücutlu hoca efendi hazretlerini düşünüyordum. Yedi gün boyunca aynı kâbusu görmüştüm.

Ağabey gece yarısından önce eve gelmez. Geldiği vakit de gözleri kan çanağına dönmüş, yalpalayarak,  duvarlara, kapılara tutunarak odasına geçer. Hain İhsan, diliyle dişinin arasında ‘’Yine içmiş’’ diye homurdanıp durur ama mümkün mü? Bizim aklımız ermez, daha o mertebeye ulaşmadık. Allah dostları bir araya gelip sohbet ettiklerinde hakikate öyle yaklaşırlar ki huşu içinde kendilerinden geçerler.

Yemeğimizi yemiş yer sofrasını kaldırıyorduk. Ağabey içeri girip ‘’Herkes dışarı çıksın, Cevan’la konuşacaklarım var’’ dedi. Çok endişelendim… Bir cesaret başımı kaldırıp yüzüne baktım, öfkeli mi üzgün mü anlayamadım. Eliyle oturmamı işaret etti.  Dizlerimin üzerine çöktüm. Korkuyla büzüşüp nerdeyse küçük bir çocuk kadar kaldım. Kendimi o kadar sıkmışım ki ağabey elini omuzuma koyar koymaz sıçradım, ardından da ağlamaya başladım. Hiçbir şey söylemeden başımı okşayarak sakinleşmemi bekledi.

Bir müddet sonra, ‘’Cevan, büyük bir sıkıntın var ama hiç birimiz ne olduğunu bilmiyoruz. Nasıl bir derttir ki bizden saklıyorsun? Zaten zayıftın, şimdi bir deri bir kemik kaldın. Rengin sapsarı. Canlı cenaze gibisin. Anlat bana, nedir böyle seni dünyadan vazgeçiren şey’’ dedi.

‘’Derdim okul, okula gitmek bana en büyük zulüm. Bizden hiç kimse yok. Dersler maneviyatımı zedeleyemiyor fakat iç dünyamda büyük sıkıntılar yaşıyorum, hocaları dinlemeye tahammül edemiyorum. Anamı, babamı, gardaşlarımı da özledim ağabey. Bayram tatili yaklaşıyor ama siz daha iyi bilirsiniz. Köye ne zaman gideceğim belli mi?’’ dedim.

Eli çenesinde gözlerini kısarak beni tepeden tırnağa süzdü. ‘’Biliyorum sebebi açıklanmaz ama bir haftadır istihare yapıyorsun, bize danışmadan Rabbime danıştığın bu kadar önemli şey nedir?’’ dedi.

‘’Biraz önce sebebini zaten söyledim’’ dedim. ‘’Demek okulu bırakma derecesine kadar geldin Cevan.  Biraz daha sabret,  seni bu okuldan alacağız demiştim.  Bize itimadın yok mu?’’ diye kükredi. Ellerim dizlerimde, titreyerek: ‘’Estağfurullah ağabey’’ dedim.

‘’Bu halin düzelene kadar köye gitmek yok. Aklını başına topla. Kaç senedir bizimle birliktesin, sana hiç kimseyi emanet etmedik. Sebebini hiç düşündün mü? Senin yaşıtların en az iki-üç sabiyi terbiye edip ders çalıştırıyor. Tamam, iyisin hoşsun, ahlakına, imanına, ibadetine bir şey diyemeyiz ama kendinden başka hiç kimseye hayrın yok’’ dedi.

Sonra sırtımı sıvazlayarak: ‘’Bu hafta sonu gezimiz var. Gideceğimiz yer çok güzel, üstelik en lüks otellerden birinde bir gece konaklayacağız. Sahibi bizden cüzi bir miktar para talep ediyor ama söyleyeceğim senden onu da almayacaklar. Değişiklik olur, moralin düzelir, seni göreyim, bir güzel dinlen, gez toz’’ deyip’’ odadan çıktı.

Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Karşımdaki çekyatta yatan İhsan’ın nefesine kulak verdim, aynı ritimle soluyordu, uyuduğundan emin oldum. Pencereden yatağıma yansıyan dolunayın ışığını görünce yattığım yerden doğrulup oturdum. O an öyle güzeldi ki.  Benim için karanlığa zarif bir şekilde süzülüp odamı aydınlatan beyaz ışık… Benim için lal gibi sessizliğe bürünmüş gece… Benim için aralık pencereden kıvrılarak odama giren iğde kokusu… Dünya ne büyük ve ben kendimi dünyada yaşayan herkesten daha küçük daha önemsiz ve daha güçsüz hissederken, sanki o gece Yaratan, evreni küçültüp benim odama sığdırmıştı. Ellerimi açıp ağlayarak dua ettim. ‘’Yarabbi,  kalbime söz geçirmem mümkün değil, bu işin olması da mümkün değil. Bir serabın peşinde Mecnun olup yitip gidecek miyim? Ne olur bana yardım et, bana güç ver…’’

Sabaha doğru ne yapmam gerektiğine karar verdim. İş, sadece verdiğim kararı defalarca düşünerek kendimi ikna etmeye kalıyordu. Ferişte’yi artık sevmeyeceğim diyerek, sevmekten vaz geçmem mümkün değildi.  Onu her an başka bir erkekle el ele hatta dudak dudağa görebilirdim. Ve o an geldiğinde de artık ümidin zerresi dahi kalmayacağı için ondan yavaş yavaş uzaklaşacaktım. Fakat bu an gelene kadar da görevlerimi ihmal etmeyecek, gerçek hayattan kopmamaya çalışacaktım. Evet, inanmayacaksınız ama gizli sevdamın sadece tadını çıkarmaya karar vermiştim. Bundan böyle bu mevzu benim için bir tür oyun olacaktı. Ağabey benim mızmızlanmama çok kızıyordu, haklıydı da. Dönem bitene kadar şikâyet etmeden okuluma gidecektim, sonra İhsan’ı da yanıma alıp hiç değilse tarih bölümünden birkaç kişiyi eve, yemeğe davet etmeye çalışacaktım.

Hafta sonu gezisinde, gittiğimiz otelde, ders çalışır gibi aldığım kararları zihnimde tekrar ederek benimsemeye çalıştım. Ferişte’yi başka biriyle görene dek onu sevmenin tadını çıkaracaktım. Ne kadar lüks ne kadar konforlu ne kadar büyük bir oteldi.  Akşam yemeği için restorana inince donup kaldım. Aman Yarabbi! Ömrüm boyunca hiç o kadar çok yemeği bir arada görmemiştim. Şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken Ağabey yanıma gelip ‘’Haydi yemek sırasına girelim’’ dedi. Sonra da ‘’Açık büfe Cevan, ona göre tabağını doldur’’ dedi. ‘’O nedir ağabey?’’ dedim. Kulağıma eğilip ‘’Her yemekten istediğin kadar alabilirsin, sınırsız’’ dedi. Yedik, içtik, güldük, söyledik… Neşeli olmaya, suskun kalmamaya gayret ederek, ağabeye kendimi göstermeye çalıştım.

Her şey yolunda gidiyordu, daha iyiydim, bir şey beklemeden, ümit etmeden Ferişte’yi sevmenin keyfine varıyordum. Ta ki onu türbanla görene dek. Kalorifer peteğine oturmuş, ders zilinin çalıp kantinin boşalmasını bekliyordum. Sanki şeytan dürttü. ‘’Git kafanı kapıdan bir-iki saniyeliğine uzat, seni kim görecek? Bak bakalım Ferişte orda mı’’ dedi içimdeki ses. Her zamanki gibi tek başına bir köşeye oturmuş bekliyordu. Uzun, bordo bir pardösü giymiş, siyah bir eşarp bağlamıştı. Kapıda öylece kala kaldım. Gözlerime inanamadım. Gerçekten oydu. Zil çalıp kantin boşalınca, arkasını dönüp seri bir hareketle eşarbını çıkardı, peruğunu taktı. Bunu öyle hızlı ve ustaca yaptı ki gözlerini besmele gibi ezbere bilmesem o değil diyeceğim.

Şaşkınlığım geçince içim içime sığmadı. Demek ki Allah’tan ümit kesilmezmiş, her gecenin bir sabahı varmış, her olmaz bir gün gelir mümkün olurmuş. Güzel Ferişte’m kapanmış. Eminim beş vakit namazına da başlamıştır. En katı ateistler bile bir gecede Allah’a iman edip ağlayarak tövbe etmiştir. Yeter ki Rabbim istesin, kuluna doğru yolu gösterip merhamet etsin.

Onu kapanmış haliyle Cuma günü görmüştüm. Bütün hafta sonu tatlı hayaller kurdum. ‘’Madem dünya görüşü değişti, kendi gibi erkeklere ilgi duyacak, zaten bundan tabii bir şey de olmaz’’ diyordum. Artık sınıfta onun gibi olan tek kişi benim, önünde sonunda dikkatini çekeceğim. Sonra, ne kadar zor olsa da karşısına geçip: ‘’Bana bak Ferişte, seni o kadar çok seviyorum ki buna kayıtsız kalmanın imkânı yok’’ diyeceğim. Evlenmek için okulun bitmesini beklemeyiz, hemen gizlice imam nikâhı kıydırırız…

Yatsı namazından sonra seccademi toplarken, hoca efendi hazretlerinin videosunu izlerken, gece uykuya dalarken hep bunları düşündüm. Onun tarafından fark edilmeyi beklemeden, karşısına geçip derdimi anlatmaya karar verdim. Ucunda ölüm yoktu ya.

Sabah banyo yapıp güzelce hazırlandım. Özel günler için sakladığım siyah kumaş pantolonumla İhsan’dan ödünç aldığım beyaz gömleği giydim. Saate baktım geç kalıyorum. Otobüsü kaçırmamak için aceleyle çıktım.

Aman Yarabbi! Şu dünyada benim kadar unutkan benim kadar aptal bir insan daha olabilir mi? Ayakkabılarım yırtık. Ucu açılmış gâvurlar, ancak otobüse binince gözüme ilişti. İki dirhem bir çekirdek hazırlandım, saçlarım için aynanın karşısında tam yarım saat uğraştım ama yırtık pabuçlarım aklıma gelmedi. Otobüste, kampüse varana dek kendi kendime söylenip durdum. Altım kaval üstüm şişhâne, boynum bükük vaziyette okulun yolunu tuttum.

Ne zaman kantine gireceğim mevzusu aklıma gelince, pabuçlarımı unutuverdim. Ferişte’nin karşısına geçip derdimi anlatabilmek için öyle ince bir hesap yapıp öyle bir zamanlama tutturmam gerekiyordu ki… Zil çalıp kantin boşalmadan önce giremezdim. Bizi görür durumumu fark eder dalga geçerlerdi. Zaten istesem de giremezdim, dedim ya herkes dönüp bana bakıyor. Hele şu halimle bir saniye bile gözlerini ayırmazlar üzerimden. Ferişte’nin eşarbını sıyırmasıyla, peruğu kafasına geçirmesi bir oluyor. Öyle çabuk yapıyor ki bu işi, masadan kalkmadan onu yakalamam lazım.

Kalorifer peteğinin üzerinde oturup zilin çalmasını beklerken, kantin tam olarak boşalmadan, kalabalık kapıya yığılınca içeri girmeye karar verdim. Zil sesini duyunca heyecandan kıpkırmızı oldum. Elim ayağım titreyerek kapıya doğru yöneldim. İnsanların sel gibi aktığı kapıdan içeri girebilmek büyük mesele. Ferişte her zaman oturduğu masada, henüz peruğunu takmamış. Ona doğru yöneldim, arkamdan bir ses: ‘’Vesikası yokmuş or...nun, polis peşinde diyorlar. Güya ben bu işi yapmıyorum demeye getirip kapandı kapanmasına da… Ulan! Değil bir okul, bir şehir biliyor bunun yaptığı işi. Bilmeyen mi var?’’

                                                                           BİTTİ.



Bu içeriğe emoji ile tepki ver
3